- Eki, 08, 2013
- Kitap ve Yayinlar, Spor
- Nurullah Öztürk
ABD’nin Ortadoğu’da mutlak hâkimiyetini sağlamak için yaptığı operasyonların en büyük ayağını Türkiye ve Türkiye üzerinden Irak, İran gibi komşu ülkelerde yaptığı ve yapacağı eylemler oluşturuyor.
ABD operasyona başlamadan önce gelir-gider analiziyle, kazançlarının kayıplardan fazla olacağı hesabıyla, İkiz Kuleler’i yıkmak, Pentagon’a sözde saldırılar düzenlemek gibi haklı nedenler üretti!
Hollywood aracılığıyla insanları bu sürece alıştırmak; PR ve medya çalışmalarıyla da uygun ortamın inşasına çalışıldı.
Bütün bunlara rağmen, dünya ikna olmayınca da, o ülkelerdeki anlaşmalı medya organları vasıtasıyla arzu edilen algının oluşturulmasına çalışıldı.
Türkiye operasyonun merkezinde, kilit roldeydi.
Medya her zamanki gibi “gerçeği yalan, yalanı gerçek gösterme” rolünü çok iyi oynuyordu. Türkiye’nin ABD’nin taleplerine mutlak itaat dışında “hiçbiri” şıkkını işaretleme şansının olmadığını hançeresini yırtarcasına bağırıp çağıran insanlar doldurdu tv ekranlarını. Hatta bazı tv’ler Amerikan FOX tv ile ortak yayın yapar gibiydi.
Onlara göre, Türkiye İstanbul’dan Anadolu’ya Karadeniz’den Akdeniz’e birçok şehrini ve limanlarını ABD’nin IRAK ve sonrasında ORTADOĞU işgaline sunmazsa, batardı…
1 Mart tezkeresini izlemek ve Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda Rusya’dan silah alma karşılığında verdiği yerlere proje hazırlamak üzere Türkiye’de bulunan Putin’in yatırımlardan sorumlu yardımcısı, “ABD Ortadoğu işgalini haklı göstermek için dağıttığı 500 milyon doların, üç yüzünü senin ülkende dağıttı bunları tanırsanız, size kimin ihanet ettiğini de öğrenmiş olursunuz” demişti.
Evet, kurmaca hazırdı ..
1 martta iktidar bir anlamda geleceğini de oyluyordu
Propaganda görevlilerine göre 1 Mart tezkeresinden “Hayır” çıkarsa Türkiye’de, hükümet de biterdi.
Halkın sezgileri ve yüreğine göre de “Evet” derse biterdi. Hükümetin karar vericileri de “Evet” propagandası yapıyor, Meclis’ten izin çıkması için yoğun bir çaba harcıyordu.
İşte o gün; Meclis belki de “Tarihin Akışını Değiştiren”, Stefan Zweig’ın deyimi ile “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar”dan birine sahne oluyor ve tezkere reddediliyordu.
Bu olay sonrasında;
• ABD işgalci dostlarıyla birlikte Irak ve Afganistan batağına saplandı.
• Dünya Bush denen bir beladan kurtuldu. ABD farklı ve ılımlı bir liderle tanıştı. Bu savaş, ABD ekonomisine ağır bir fatura çıkarttı.
• Türkiye, hükümete rağmen reddedilen bu tezkere sayesinde Osmanlı’dan bu yana kaybettiği itibarı yeniden hatırladı ve hatırlattı.
• Uydu ve piyon bir devlet olmadığı mesajı tüm dünyaya güçlü bir şekilde verildi.
• Medya tüm manipülasyonlarına rağmen bir kez daha başarısız oldu. Sesi onlar kadar gür çıkmasa da doğru yerde duran medyanın ne kadar önemli ve güçlü olabileceği anlaşıldı.
• Türkiye batmadı, ABD, Türkiye’nin güçlü ve büyük bir ülke olduğunu, her söylediğini yaptıramayacağını öğrendi…
• Hayati konular söz konusu olduğunda İnsan iradesinin satın alınamayacağı anlaşıldı.
26 Ocak futbolun miladı olabilir
Türk futbolu yıllarca mafya ve kara paranın merkez üssü oldu.
Futbolseverler kurgulanan tiyatroyu izlerken, çoğu ihanete uğradığının farkında değildi.
Hatta bazı kulüplerin taraftarları Alamut Kalesi’ne hapsolunan Hasan Sabbah’ın müritleri gibi kendi sanal ve yalan dünyalarında sahte mutlulukla büyük keyif yaşıyor gerçeğe uyanmak istemiyorlardı.
“Sonuca götüren her yol mubahtır” anlayışındaki Şike ailesinin deşifre edilmesiyle başlayan sürecin devamında; şikecilerin yaptıkları hırsızlığı ve arsızlığı da mubah gösterme gayretlerine tanık olduk. Yüzsüzlüklerine şaşıramadık bile…
Büyük uğraşlarla, istediklerine istediklerini yaptırdılar…
Nihayet, bir anlamda kaderlerinin oynanacağı o gün geldi.
26 ocak günü bir anlamda Türk futbolunun kaderi oylandı…
26 ocak günü yaşananlarla 1 Mart tezkeresinde yaşanan süreç birbirinin kopyası gibiydi.
Medya ve olayın kahramanları oylama tarihine kadar bütün güçleri ve yandaşları ile tüm yolları denedi.
Medya gücü ve yandaşları en üst düzeyde kullanıldı. Yine bir avuç “haklı azınlık”, yolun sonunun kapalı olduğunu haykırdı.
Uydu yönetimler işbaşına getirildi, delegelere rüşvet önerildi. Kanunlar değiştirildi.
Her şey egemenlerin dizayn ettiği bir dünyanın devam etmesi için yapıldı ve yapılmaya devam ediyor.
1 Mart tezkeresi nasıl reddedildiyse, benzer bir halet-i ruhiye ile 26 Ocak tezkeresi de reddedildi.
Medya görevini yapmaya devam ediyor; Türkiye batar, 411 el kaosa kalktı diyenler bugün de “Kaos daha da büyüdü” manşetlerini atarak bizi hiç şaşırtmadılar…
Türk futbolunun kurtuluşu için umut doğdu
Hayır, ne Türkiye ne Türk futbolu batar.
Batacak ve küçülecek olan başkalarının haklarını gasp edenlerin, hırsla hırsızlık yapanların paylarıdır.
Hatta, “Yalan Dünya” düzeni yıkılırsa, hiç kimse endişe etmesin ki, yerine kurulacak olan düzen bundan daha kötü olamaz.
Türkiye için 1 Mart tezkeresi ne ise, Türk futbolu için 26 Ocak kongresi de odur. TFF tarafından kendilerine rüşvetle şike yapmaları teklif edilen, lehte oy kullanmaları istenen kulüp temsilcileri, “kendilerini yakan ateşe odun atmayarak” katkı vermedi.
1 Mart’tan sonra kazanacağı öngörülenlerin kazanmadığını, kaybedecek denen tarafın da kaybetmediğini gördük.
Tarihleri, olayları ve adamların isimlerini değiştiriniz, iki farklı olayın ne kadar çok örtüşen yanları olduğunu göreceksiniz.
Bazen “bir hayırda, binlerce hayır vardır”.
Türk futbolu kurtarıcıların ve baronların elinden kurtulduğu gün, asıl o gün özgürlüğüne kavuşmuş olacaktır.
Türkiye ve futbolunun daha fazla kaybedecek zamanı da kaynağı da kalmamıştır.
Şikecilerin zamana ve yargıya karşı yarışında M. Ali Aydınlar istifası ile onların ihtiyacı olan zamanı sağlasa da, “Yönetim kurulunun yarısı içeride olan bir takımın Avrupa’da yeri yoktur” diyerek temiz futbol beklentisi olanların umutlarını arttırmıştır.