- Şub, 06, 2016
- Ekonomi
- Nurullah Öztürk
Tam bu noktada yenilikçi bir hareket ve umut olarak AKP devreye girdi. Teşkilatlanma tamamdı, olası bir tek başına iktidar durumunda içeride ve dışarıda güven verici road showlar düzenleniyordu ve artık seçime sayılı günler vardı. Ben o zamanlar iş gereği çok seyahat ediyordum. Şirketin alışveriş merkezleri ve restoranlarına AKP’nin önemli isimlerinin tamamına yakını sık sık uğrardı. Biz de ülkedeki gelişmeleri sıcağı sıcağına onlardan öğrenirdik. Gece yarısı yine bir seyahatten dönmüştüm, yorgun argın uyuduğumda rüyamda tüm televizyonlarda son dakika olarak Recep Tayyip Erdoğan’a suikast düzenlendiği haberleri ile irkildim ve bir daha uyuyamadım. Erkenden şirkete gitmek için yola çıkarken ‘seçime kısa bir zaman var, ülke zaten iyi değil, bir daha karışmasın düşüncesiyle telefon edip, mutlaka güvenlik önlemlerini artırmalarını söyleyeyim’ diye düşündüm. İş yoğunluğu içerisinde konuyu unuttum. Telefonda bir gazetecinin sorularına cevap vermeye çalıştığım bir anda, müdürlerden biri telaşla başka bir telefonu uzatarak, “Recep Tayyip Erdoğan sizi arıyor” dedi. “30 dakikadır sana ulaşmaya çalışıyoruz ne bu yoğunluk” diye takıldıktan sonra, “ben de sizi arayacaktım zaten” dedim. “Yanımda Makedonya büyükelçisi var, benim ülkeme yatırım yapın diyor, kendisine yardımcı olun” diyerek elçinin irtibat telefonlarını verdi. Ben de kendisine gördüğüm rüyayı anlattığımda “yanımda Ertuğrul Yalçınbayır ve İrfan Gündüz var, hayrolsun, hayırlara vesiledir diyorlar” dedikten sonra, “Biz Allah’a inanıyor ve güveniyoruz, en büyük koruyucumuz O’dur, bizi güvenlik değil ancak Allah korur. O ne derse o olur.” diye de rahatlık vermişti.
Güney Amerika gezisine zırhlı arabasını da yanında götürdü haberini okuyunca bir film şeridi gibi bu diyaloğu ve bir kez daha hatırladım o günleri.
“Türkiye’ye uygun bir model”
Akademi çevreleri için düzenlenen bilgilendirme toplantısına sadece bir doçent ve yardımcı doçentin katıldığı günleri, MÜSİAD’ın tüm partileri davet ettiği ‘Krizden çıkış için nasıl bir ekonomik plan’ konulu toplantılarda katılımın en düşük olduğu partinin AKP olduğu ve medyanın boş koltukları çektiği geceleri, iktidara gelmek için, liberalinden solcusuna, aydınından cahiline toplumun tüm kesimlerine uzatılan ve şimdilerde hepsinin köküne kibrit suyu döküp kurutulan zeytin dallarını, partinin finansmanı için her ay bin TL verecek 500 işadamının bulunamadığı, buna mukabil para ile milletvekilliğini takas eden kişileri, Ertuğrul Günay gibi önemli şahsiyetlerin partiye katılımı kabul etmesi nedeniyle yaşanan bayram sevinçlerini, Meral Akşener’in durumu erken fark edip kuruluş aşamasında vazgeçişlerini, Abdüllatif Şener’e ‘Türkiye’nin devasa sorunlarını çözebileceğinizden emin misiniz’ dediğimde “yaklaşık bir yıldır akademi çevreleriyle birlikte dünyadaki tüm ekonomik modelleri ve kalkınma planlarını incelediklerini Türkiye’ye uygun bir model plan hazırladık” dediğini, rahmetli Recep Yazıcıoğlu ve Prof. Mustafa Erdoğan’a ‘siz de partiye katılacak mısınız?’ diye sorduğumda birbirinden bağımsız ve habersiz olarak her ikisinin de aynı cevabı verdiği günleri hatırladım. Geçmişe dair ne varsa hep hatırladım. İktidarın ilk yıllarında asker vs. korkusundan ceylan gibi ürkek ve korkak yılları hatırladım. Kırk yıllık dava! arkadaşından ‘o zat’ olarak hitap edildiğini duyunca irkildim, üzülerek, hayıflanarak ve ülkem adına, gelecek nesiller adına endişelenerek bugünlere geldim.
“Biraz fevridir ama küçüğünü büyüğünü bilir”
Bülent Arınç’ın MÜSİAD’daki bir organizasyon sonrası ağabeyinin de olduğu çay sohbetinde Cumhurbaşkanı için oradaki haziruna, “Biraz fevridir, çabuk sinirlenip atarlanır ama küçüğünü büyüğünü bilir, bize saygıda kusur etmez, ortak akıl ve istişareye önem verir, sözümüzü dinler” tanımlamasını hatırladım. Memleketin dört bir yanında fakir fukaranın hem cebi hem canı yanarken ekonomiden değil, ekonomiyi ve ülkeyi bu duruma getiren aktörlerden, süreçten ve gelecekten bir kesit paylaşmak istedim.
2001 yılında ortalığı kasıp kavuran ekonomik krizin benzeri Arjantin’de de yaşanıyor, halk marketleri yağmalıyordu. Abdullah Gül o günlerde bir sohbette “Arjantin’de yaşanan yağmalama Türkiye’de yaşanmıyorsa bunun sebebi, AKP’nin iktidara geleceği umudu ve inanç temelli yardımlaşma duygusudur.” demişti. Ben de ‘inançlı insanlar olarak bu umudu da boşa çıkartırsanız, ülkede inanacak ve güvenecek kimse kalmamış olacaktır’ demiştim.
Pompei’nin son günleri
Buenos Aires’teki Retiro’nun virane garında bir duvarın üzerine tebeşirle çiziktirilmiş bir yazıda, “insanlık nereye gittiğini bilmiyor, çünkü artık kimseyi beklemiyor Tanrı’yı bile…” der. Bugün tam da bu noktada gerçekle yüz yüzeyiz. Umarsız ruh hali insanlığın da Türkiye’nin yalın gerçeğidir. Ülkenin ahvalini bazıları Asr-ı Saadet, bir kısmı Muaviye dönemi olarak tanımlarken, ben de ‘Pompei’nin son günleri’ diyorum…